30 Mart 2013 Cumartesi

ŞİİR NEDİR NASIL OKUNMALIDIR?








     Şiir, her okumada insanı bir başka limana atabilmeli. Hatta belki de aynı insan başka okumalarda onda daha önce bulamadıklarını bulabilmeli. Evet bence şiir budur.

ÖYKÜ NEDİR NASIL YAZILIR?






      Bir öyküdeki sevgili, ille de yazarın sevgilisi değildir. Elbette bir küçük yaşantıdan, yaşanmış, gerçek anlardan da yola çıkarak öyküler, romanlar yazılabiliyor ama yazarın çizdiği görüntülerin ile de yaşanmış olması gerekemez.

GERÇEK ELEŞTİRMEN NASIL OLMALIDIR?







     Gerçek bir eleştirmen, herhangi bir etki altında kalmadan eleştirisini yazar. Hiçbir zaman art niyetle davranmaz. Bugün övdüğünü yarın yermeye kalkmaz. Eleştirdiği sanatçının kişiliğini hedef almaktan  özellikle kaçınır ve onun sanatını aşağılamaz. Eleştirdiği yapıtı tutarlı, nesnel, bilimsel verilere dayanarak yargılar.

YERE ÇÖP ATMAMAK NASIL ÖĞRETİLİR?





     Bize bir gün bile : "Yerdeki kağıtları toplayın, yere çöp atmayın." demedi. Bir gün olsun, yere çöp atanı görmüşse bile azarlamadı. Yalnız her teneffüste okula yeni girenlerin şaşkın bakışları arasında yerdeki çöpleri, kağıtları toplardı. Bizler de o gün bugündür yere minicik bir kağıt parçasını bile atamaz olduk; korkudan değil saygıdan bu.

29 Mart 2013 Cuma

SAVAŞIN MEŞRU BİR SEBEBİ VAR MIDIR ?









     Artık kime inanalım? Bizi yönlendirilecek, bizi dünya arenasında temsil edecek aydınlar, bize çocukların bile inanamayacağı, güya savaşın meşruluğunu ispatlayan deliller sunuyor. Artık kimseye inanmıyorum. Savaşın, hele hele bu savaşın kesinlikle meşru bir sebebi olamaz. Savaşa tek sebep gösterilecekse o da, büyük ekonomik çıkarlardır. Büyük güçlerin planladığı denge oyunudur. Bu, gün gibi açık olan gerçeği kimse sulandırıp saptırmasın; kesinlikle ve kesinlikle savaşın meşru bir sebebi ve dayanağı yoktur. Ne acı ki, ölüm yine masum insanların ve çocukların tek seçeneğidir.

GELECEĞİMİ NASIL ZENGİNLEŞTİREBİLİRİM ?








    Toplum yaşamını zenginleştiren ögelerin başında geçmişi değerlendirme, geleceği kurarken ondan yararlanma gelmektedir. Bu yoldan geçen bir gelecek, güçlü, kökleri sağlam, yeni yaratmalara imkan tanıyan bir gelecek olmaktadır. Geleceği kuracaklar, bu tür zengin bir kaynaktan beslendiği zaman, yeni yaratmalara, zengin denemelere kolaylıkla geçebilmektedir.

ÇOCUKLARLA NASIL KONUŞULMALIDIR?







     Dört beş yaşlarında bir çocuk ağaca tırmanıyor. Onu izleyen annesi, " Dikkat et, in, düşersin." demiyor. "Ağaçtan düşersen ne olabilceğini düşünüyor musun?" diyor.

27 Mart 2013 Çarşamba

RODOS ADASI NERESİDİR?







     Rodos, etrafını çevreleyen surlarıyla Yunanistan'ın en kozmopolit adası sayılıyor. Rodos Adası, yeni şehir ve surlarla çevrili eski şehir olmak üzere 2 ye ayrılıyor. Eski şehirde, görülecek en ilginç yerlerden biri Büyük Efendi Konağı. Burası 1956 daki büyük patlama sonucu tahrip olmuş. Daha sonra Mussolini ve Emmanuel'in yazlık olarak kullanılması için İtalyanlar tarafından restore edilmiş.

ALİ FUAT BAŞGİL KİMDİR?







    Ali Fuat Başgil, 1893 yılında Samsun'un Çarşamba ilçesinde doğdu. İlkokulu Çarşamba'da, ortaokul ve liseyi İstanbul ve Paris'te tamamlandı. Düşünce ve yazın tarihinde onun kadar güçlü bir kalem yoktur. Grenoble Üniversitesi hukuk fakültesinde okurken yazmaya başladı. 1961'de siyasi hayata atılmış, 17 Nisan 1967 yılında vefat etmiştir. Yeni nesil sadece onu anlasa, milletimize yeter.

ÇOCUĞUM NEDEN İÇİNE KAPANIK









     Bir yığın tüketim ürünüyle donatılan hayatlarında, şimdiki çocuklar çok yalnız. Çünkü yaratıcılığı kışkırtan yokluk ortamında büyümüyorlar. Sıkıntıyı artıran, derin bir tembellik ve umursamazlık doğuran bolluk ortamında büyüyorlar. Böyle olunca da sadece kendilerine ait bir dünyada yaşıyorlar. Çocuk sesleriyle çınlayan sokakları, uçurtma uçurmaları,çember çevirmeleri, misketi bilmeden olgunluk dönemine geçiyorlar. Böylesi bir yaşam, insanlığın geleceğini de tehdit ediyor aslında.

ÇOCUKLARDAKİ DİŞ ÇÜRÜMESİNİN NEDENLERİ








     İki Dünya Savaşı yıllarında Norveç ve İtalya 'da çocuklardaki diş çürümesine belirgin bir azalma gözlenmiştir. Buna karşılık, savaş yıllarındaki yetersiz beslenme sonucu iskorbüt ve beriberi gibi hastalıklarda bir artış kaydedilmiştir. Savaşın bitimiyle, Norveç ve İtalya'ya yapılan dış yardımlar sayesinde lüks sayılabilecek şeker, çikolata ve nişastalı besinlerin tüketimi savaş öncesindeki düzeye ulaşınca, diş çürüğü oldukça yaygınlaşmış ve bugün birçok Avrupa ülkesinde belli başlı hastalıklardan biri haline gelmiştir.


İNSANLARIN DEĞERİ NASIL BELLİ OLUR?









     İki insanın dostluk ilişkisi çok sıcak görünebilir size. Çoğu kez, bu tür ilişkilerde yanılırsınız. Yanıldığınızı, o kişilerin gerçek niteliklerini gösteren bazı sınav anlarında anlarsınız. Birisi için. "Ne uyumlu, ne kibar adam!" demeden önce onun ilişkilerine kendi koşullarında bakmalısınız. Maddi çıkarların söz konusu olduğu anlarda sınamalısınız insan yüreğini. Bilirsiniz ki, insanın gerçek sıcaklığı, ancak böyle bir ilişkiyle ortaya çıkar. İşte o zaman, yanılmazsınız.

BAŞARI NEDİR?







    Başarı, somut ve göreceli bir kavramdır. Önündeki imkanları kullanan bir insanın hayatta aldığı yol, pek de başarı sayılmaz. Başarının değeri, imkansızlıklar içinde boy atmasından ileri gelir. Paralı özel okulda, her şeyin önüne serildiği bir imkanlar ortamında okuyan öğrencinin sınıfını geçmesi de başarıdır; ama on kilometre uzaktaki komşu köyün okuluna karda kışta yayan yapıldak gidip gelen çocuğun, bütünlemeye kalarak da olsa, sınıfını geçebilmesi, daha büyük bir başarıdır.

İSLAM DÜNYASINDA TÜRKLERİN ÖNEMİ NEDİR?






    İslam dünyasında özgürlükçü demokrasiyi kurup yaşatan ilk ve tek ulus Türklerdir. Asya'da, Afrika ve Güney Amerika'da sayılı birkaç özgürlükçü rejimden biri de Türkiye'dedir. Batı, özgürlüğü sadece kendisi için düşündü. Üzerinde egemenlik kurduğu toplumlarda özgürlük sözünü bile ettirmedi. Bu bencilliği kıran ve evrensel özgürlük düşüncesini, onu bilmeyen uluslara götüren Türklerdir. Türk bağımsızlık mücadelesi ve Türklerin Batı'ya hiç bağlı olmadan 1920-1946 yılları arasında kurduğu özgürlük rejimi uluslara örnek olmuştur.

CAHİT KÜLEBİ KİMDİR?





    Cahit Külebi'nin ustaca ve etkili söyleyişleri nereden geliyor? Ne Atilla İlhan'ın dediği gibi imajlara sığınma var, ne de mitoslardan haz alma... Ozan olduğu gibi söylüyor. Başarısı da bundan kaynaklanıyor." Doğu" şiirinde: "İşte Doğu bu /Bit, deprem ve acı / Mutluluk dediğin bir lavaş ekmek/ Bir avuç ateş umut dediğin / Gerisi kar, çamur, tezek..." derken bu anlayışı gözler önüne seriyor.

YAZAR NASIL OLUNUR?

   




     Durmadan seyirci ile eser arasına girerek "Bakın, olaylar bana nasıl hak veriyor." diyen bir yazar, başta kendisi olmak üzere kimseye gerçeklik hissini vermez. Herhangi bir sihirbaz bile kendi uydurduğu olaylara kumanda ediyor gibi görünmez, tersine kendisi de onların karşısında güçsüzmüş gibi görünür. Sanatçının iyisi, eserini seyirci ile birlikte seyreder.

İDARECİ NASIL OLMALIDIR?





     Bir idarecinin dikkat edeceği şey, yakınındakilerin yanlış anlatacağı bir dünyayla yetinmektedir.O hilekar cüceler, idarecilerin göz bebeğinin önüne bir kibrit çöpü getirir ve çöple ufuktaki ormanı gizlerler.

20 Mart 2013 Çarşamba

DÜNYANIN EN BÜYÜK STADYUMU HANGİSİDİR?


Dünyanın en büyük stadyumu Brazilya Rio'da bulunan Maracana Stadyumu'dur.

Brezilya'nın 1950 FIFA Dünya Kupası'na ev sahipliği yapmaya hak kazanmasının ardından turnuva için yeni bir stadyum yapılmasına karar verildi. Stadyumun planları Raphaël Galvão ve Pedro Paulo Bernardes Bastos adlı iki mühendis tarafından çizildi. Temeli 2 Ağustos 1948'de atıldı. 16 Haziran 1950'de Wings topluluğu - Paul McCartney konseri ardından yapılan açılış maçında Rio de Janeiro All-Stars ile São Paulo All-Stars karşı karşıya geldi. Maçı Rio de Janeiro All-Stars 3-1 kazandı. Didi stadyumda gol atan ilk futbolcu oldu. Açılış gününde yapılan maçı 184 bin kişi izlemişti.

Maracana Stadyumu'nun yani Maracana Arena'nın yapımında yarım milyon torba çimento ile 10.000 ton demir kullanılmıştır. Finalde Uruguay, Brezilya'yı 2-1 yenmiş ve bu dev finali kaçak girenlerle birlikte 200 bin kişi izlemiştir.


16 Temmuz 1950 günü Brezilya ile Uruguay arasında oynanan turnuvanın final maçına resmî sayılara göre 500,000 izleyici geldi. Ancak gerçekte bu sayının 250.000'e yakın olduğu tahmin edilmektedir. Maçı Uruguay 2-1 kazanarak büyük sürpriz yapmıştır.

Stadyum tam olarak 1965 senesinde, temelinin atılmasından 17 sene sonra tamamlandı.

1966 yılında Brezilya'da çok sevilen bir spor adamı olan Mario Filho'nun vefatının ardından stadyumun yöneticileri stada Filho'nun adını vermeye karar verdiler.

Resmi olarak 180.000 kişi kapasiteli stadyuma, büyük maçlarda 200.000 kişi alınabilmektedir. Maracana Stadı hâlen dünyanın en büyük futbol stadyumu ünvanını elinde bulundurmaktadır. Ligdeki seyirci rekoru Ağustos 1963'te 2-2 biten Flamengo-Fluminense karşılaşmasında 177 bin 656 seyirciyle kırılmıştır. Stadın kapasitesi ilerleyen yıllarda FIFA standartları gereği 95 bine düşürümüş ve yenilenme için tam 90 milyon dolar para harcanmıştır.Maracana stadyumu dünyanın en büyük stadyumudur.

DÜNYANIN EN UZUN İNSANI KİMDİR?





Dünyanın en uzun boylu insanı artık bir Türk. Guinness Rekorlar Kitabı'nda dünyanın en uzun adamı olarak yer alan Çinli Bao Çi Shun'dan 10.5 santim daha uzun olan 2.47 metre'lik Mardinli Sultan Kösen‚ dünyanın en uzun boylu insanı olduğunu rekorlar kitabına yazdırdı.
Guinness Rekorlar Kitabı'na girerek dünyanın en uzun boylu insanı unvanını alan Sultan Kösen‚ Londra'da basın toplantısı verdi
Rekoru nedeniyle İngiltere'nin başkenti Londra'da dünya basınına poz veren Sultan Kösen‚ London Bridge'de çocukların çıkardığı "First News" adlı gazetenin minyatür bir kopyasıyla fotoğraf çektirdi.
Sultan Köse'nin rekorları bununla da bitmiyor. Dünyanın en uzun el ve ayakları da Sultan Kösen'e ait. Kösen'in elleri 27.5‚ ayakları ise 36.5 santim uzunluğunda


TÜRKİYE'NİN İLK FUTBOL TAKIMI HANGİSİDİR?




     Türkiye'nin ilk futbol takımı Galatasary'dır. Galatasaray, 1905 yılında Ali Sami Yen'in öncülüğünde kurulmuştur.

PİYANGODAN ÇIKAN PARA HELAL Mİ? İDDADAN KAZANILAN PARA HELAL Mİ?


    Haramı bilmeden işleyen birinin öğrendikten sonra, işlediği haramlardan mümkün olan en net bir şekilde dönmesi gerekmektedir. Üzerinden yıllar geçmiş, dal budak salmış ve neyin haram neyin helal olduğu karışmış bir iş için ise mümkün olduğu kadar arınma isteriz. Ama haramı öğrendikten ya da istiğfar ettikten sonraki ilk dakikadan itibaren ilişkiyi kesmek esastır. Allah yardımcımız olsun.

MASTÜRBASYON HARAM MI?




SORU: Bekar erkek-bayan’ların cinsel yönden tatmin olmak için yaptıkları ‘mastürbasyon’ adındaki partnersiz olarak kendi kendine (elle ve yahutta bir aletle) boşalma eyleminin İslami açıdan hükmünün ne olduğudur. Çünkü bu eylem gençler arasında çok yaygın bir cinsel tatmin aracı haline gelmiştir. Allah bu konuda ne buyurmaktadır?

CEVAP: Fukahanın görüşü elle veya benzeri bir yolla boşalmanın haram olduğu şeklindedir. Ancak yüzde yüz zina tehlikesi ile karşılaşılması durumunda baş vurulabilecek bir yoldur. Özet olarak bilinmelidir ki, böyle bir yol normal değildir.

KORUNMAK CAİZ Mİ?




     Çocuk düşmanlığı ile korunma arasında bir çizgi olduğunu söyleyerek başlamalıyız. Müslümanların doğurabildikleri kadar doğurmaları gerekmektedir. Rızık ve yetiştirme endişesini boş yere taşıyoruz. Rızık endişesi dışında bir nedenle doğumu geciktirme veya engelleme caizdir. Bu neden aileden aileye değişebilir. Mesela kadının sağlık sorunları olabilir. Ya da eşler birbirlerine cinsellik bakımından daha çok hizmet etme gibi bir amacı bir süreliğine değerlendirmek isteyebilirler. Bunlar mübah nedenlerdir. Şu kadar ki, engelleme yani koruma yöntemi de mübah bir yöntem olmalıdır. Mübah yöntemle kastımız her şeyden önce, kadının bedeninde kalıcı bir etki yapmayan ve helal bir yöntemle olan korunma olmalıdır.

EPİLASYON HARAM MI? VÜCUT KILLARINI ALDIRMAK CAİZ Mİ?





     Bir bayanın tıbbi bir gerekçe olmadıkça göbekle diz kapağı arasını kendisi gibi bir bayana bile göstermesi haramdır. Tıbbı bir neden olursa o nedenin gerektirdiği kadar gösterme veya tedavi caiz olur. Bu bölgenin dışındaki tüylerin bir bayan tarafından alınması ise caizdir. Yalnız, yapılan o işlemin tıp açısından ne kadar sağlıklı olduğunu da ayrıca incelemek gerekmektedir: Zira böyle işlerde önce çok yararlı gibi beyanlar yapılırken bir kaç yıl sonra şu hastalığa bu riske neden olmaktadır şeklinde açıklamalar gelmektedir.

ÇALGILI MÜZİK DİNLEMEK HARAM MI? SATRANÇ OYNAMAK HARAM MI?


Müslüman,
– İnsan olarak yüklendiği anne baba, eş, çocuk gibi sorumluluklarına engel oluşturmayan,
– Mal ve vakit israfına neden olmayan,
– Batılı taklit olmayan,
– İbadetlere engel olmayan,
– Toplum içinde basit kalmaya neden olmayan,
– Alkol ve el, göz, kulak zinasına, fiili zinaya sevk etmeyen eğlenceleri yapabilir. Bir sakıncası yoktur. Allah’a emanet olun.

KANAMA VARSA GUSÜL ABDESTİ ALABİLİRMİYİZ?

    
 Namaz abdestini bozan durumlar guslü bozmaz. Bu bakımdan gusül esnasında gelen akıntılar guslü bozmaz. Ancak o gusülle ibadet yapılmaz. Yeniden namaz abdesti almak gerekir.

     Gusül sırasında yellenme veya akıntı gibi abdesti bozucu bir halin olması guslü bozmaz.

     Gusül sırasında idrar yolundan gelen bir akıntı, yahut da dişte meydana gelen bir kanama guslün yapılmasına mani olur mu, olmaz mı?

     Hemen ifade edelim ki bu akıntılar gusle mani olmaz.

     Yapılan gusül böyle akıntıların gelmesine rağmen sahihtir.

     Kesilmesi beklenemeyecek olursa gusle devam edilir, yeni baştan başlama mecburiyeti getirmez.

     Ancak, guslü bozmayan bu akıntılar, guslün abdest olma vasfını bozduğundan bu gusülle ibadet yapılmaz. Gelen akıntıya rağmen yapılan gusül sahih olmuş; ama boy abdesti denen abdest vasfını yok etmiş, bozmuştur.

     Demek, gerek idrar yolundan gelen sızıntı, gerekse dişten akan kan gusle mani olmaz; ama guslün abdest olma vasfına mani olur, abdestini bozmuş sayılır. Yani manevi kirlilikten kurtulmuş olan bu kimse, ibadet için yeniden abdest almaya mecbur olur. Bu gusül, namaz için gerekli olan abdest yerine geçmez.

     Böyle bir sonuca maruz kalmamak için, yani guslün abdest olma vasfını kaybetmemesi için yapılan tavsiyeler vardır. Bunlarda deniyor ki:

     Gusül yapacak kimse gusülden önce istibra yapmalı. Yani ya bir müddet uyumalı, yahut birazcık yürümeli, ya da idrar yapıp yolda bir bakiyye bırakmamalı ki, gusül sırasında bir akıntı gelmesi söz konusu olmasın, guslün abdest olma vasfını bozmasın. Bununla ibadet de yapılabilsin.

     İlgili fıkıh kitaplarında şöyle ifadesini bulur bu mesele. Denir ki:

     Guslü bozan her hal, abdesti de bozar. Ancak abdesti bozan her durum, guslü bozamaz.

GUSÜL BOY ABDESTİ NASIL ALINIR?






Kuru hiç bir yer bırakmamak üzere bedenin her tarafını yıkamaya gusül denir.
Gusül yapmayı gerektiren haller:

1) Cünüplük Hali:

a) Erginlik çağında olan kadın ve erkeğin cinsi ilişkide bulunması
b) Uykuda veya uyanıkkken kadın veya erkeğin belirli organlarından bilinen sıvının gelmesi.

2) Her ay belirli zamanlarda kadınlarda görülen âdet hâlinin bitmesi,

3) Doğum yapan kadınlarda lohusalık hâlinin sona ermesi.
Bu durumda olanların gusül yapmaları farzdır.

Gusülsüz Yapılamayan İşler

Gusül yapması farz olan kimse yıkanmadıkça şunları yapamaz:

1) Namaz kılamaz.
2) Kur'an okuyamaz.
3) Kur'an'a el süremez.
4) Kâbeyi tavaf edemez.
5) Bir zorunluluk olmadıkça câmiye giremez.

Ayrıca kadınlar, âdet gördükleri günlerde ve lohusalık hallerinde oruç tutamazlar.

Gusül yapmayı gerektiren haller bulunmadığı zaman bile cuma ve bayram namazları için gusletmek (yıkanmak) sünnettir.

Guslün Farzları

Guslün Farzları Üçtür:
----------------------------------------­------
1) Ağıza su alıp boğaza kadar çalkalamak,
2) Buruna su çekip yıkamak,
3) Bütün vücudu (iğne ucu kadar kuru yer bırakmıyarak) yıkamak.
Gusül Nasıl Yapılır

Gusül yapacak olan bir kimse önce besmele okur ve yıkanmaya niyet eder. Ellerini bileklere kadar yıkadıktan sonra edep yerlerini yıkayıp temizler.

Bundan sonra sağ avucu ile ağzına üç kere su alır ve her defasında boğazına kadar ağzının içini iyice çalkalar. Oruçlu ise boğazına su kaçmamasına dikkat eder, sonra sağ avucu ile burnuna üç kere su çekip her defasında sol eli ile sümkürür ve burnunu temizler.
Bundan sonra yukarıda anlattığımız gibi abdesti tamamlar. Abdest bitince evvelâ üç defa başına, daha sonra üç defa sağ omuzuna, üç defa da sol omuzuna su dökerek yıkanır. Suyu her döküşte ellerinin erebildiği yere kadar vücudunu oğuşturur. İğne ucu kadar kuru yer bırakmamak üzere vücudun her tarafını üç defa iyice yıkar.

Yıkanırken:

Göbek boşluğu, kulakların iç kıvrımları, küpe delikleri, diş araları, bıyık, saç ve sakal ile bunların diplerinin ıslanmasına özellikle dikkat edilir. Gusülde dua okunmaz, üzerinde bir örtü yoksa kıbleye dönülmez ve gereksiz yere konuşulmaz. İşte farzlarına ve sünnetlerine riayet edilerek yapılan gusül budur.

Gusül yapması gereken bir kimse, ağzına ve burnuna su alıp iyice çalkaladıktan sonra akar bir suya, denize veya büyük bir havuza girerek vücudunun her tarafını ıslatırsa gusül yapmış olur.

kaynak: http://www.diyanet.gov.tr/yayin/basil...

AÇIKÖĞRETİM ÖĞRENCİSİYİM ASKER KAÇAĞI GÖZÜKÜYORUM




     Bugün gittim geldim askerlik şubesine. Bundan sonra ihtiyacı olan arkadaşlara bilgi amaçlı başımdan geçenleri yazayım kimse sıkıntı çekmesin..

     Aöf'den öğrenci durum belgesini bir zarf içinde mühürlenmiş bir şekilde aldım. Yani postaya hazır, aslında kendilerinin postalaması gereken işi bir nevi bize yüklüyorlar. Neyse, gittim askerlik şubesine tek sıraya aldılar. Bir kadın, asker edasında herkese gelme sebebini sordu ona göre yönlendirdi gitmesi gereken yeri. Yoklama kaçağıymışım dedim. Öğrenci misin? İki sene üst üste kaldın mı dedi. Hayır şu an öğrenciyim devam ediyorum dedim. Evrak kayıta gönderdi. Ordaki adam da sordu yoklama kaçağı görünüyormuşum dedim elimdeki zarfı aldı hemen gidebilirsin dedi daha açmadan. 

     Biraz kalakaldıktan sonra bastım çıktım geldim eve bu kadar arkadaşlar. Korkulacak birşey yokmuş ne muayene ne başka birşey..

19 Mart 2013 Salı

NEDEN UZUN SÜRE HAREKETSİZ KALDIĞIMIZDA YORGUN HİSSEDERİZ?






     Uzun süreli hareketsiz kalmak kaslarımızı normalden fazla gevşetir. Bu kasların gevşemesi içi bir hormon salgılanır. Bu hormonun içinde laktik asit dediğimiz yorgunluk asidi vardır. Bu nedenle de biz çok uzun süre hareketsiz durduğumuzda yoruluruz.

LEONARDO DA VİNCİ KİMDİR?











     Leonardo, genç bir noter olan Ser Piero da Vinci'nin ve muhtemelen bir çiftçi kızı olan Caterina'nın evlilik dışı çocuğu olarak İtalya'da, Floransa kentine bağlı Vinci kasabası yakınlarındaki Anchiano'da dünyaya geldi. Avrupa'daki modern isimlendirme kurallarının yerleşmesinden önce dünyaya gelmişti. Bu yüzden tam ismi, "Vincili Piero'nun oğlu Leonardo" manasına gelen "Leonardo di Ser Piero da Vinci"dir. Eserlerini "Leonardo" ya da "Io, Leonardo (Ben, Leonardo)" olarak imzalamıştır.

     Somut kanıtlar bulunmasa da, Leonardo’nun annesi Caterina'nın, babası Piero'ya ait Ortadoğulu bir köle olduğu tahmin ediliyor. Babası, Leonardo’nun doğduğu yıl, Albiera adındaki ilk eşi ile evlendi, Caterina ile ise hiçbir zaman evlenmedi.

     Leonardo’ya bebekliğinde annesi baktı, ancak birkaç yıl sonra annesi başka biriyle evlendirilerek komşu kasabaya yerleşince, babasının nadiren uğradığı büyükbabasının evinde yaşamaya başladı; arada sırada Floransa’ya babasının evine giderdi. Babasının ilk eşinden çocuğu olmadığı için aileye kabul edilmişti ama hiçbir zaman meşru bir çocuk olarak görülmedi ve amcası Francesco dışında ailedeki kimseden sevgi görmedi.

     14 yaşına kadar Vinci’de yaşayan Leonardo, büyükanne ve büyükbabasının ardı ardına ölmesi üzerine 1466’da babası ile birlikte Floransa’ya gitti. Evlilik dışı çocukların üniversiteye gitmesi yasak olduğundan üniversite öğrenimi görme şansı yoktu. Küçük yaştan itibaren çok güzel çizimler yapan Leonardo’nun resimlerini babası, dönemin ünlü ressam ve heykeltıraşı Andrea del Verrocchio'ya gösterince, Verrochio onu çırak olarak yanına aldı. Leonardo Verrocchio'nun yanında Lorenzo di Credi ve Pietro Perugino gibi ünlü sanatçılarla çalışma fırsatı buldu. Atölyede sadece resim yapmayı değil, lir çalmayı da öğrendi.

     Floransa’yı 1482’de terkederek Milano Dükü Sforza’nın hizmetine girdi. Dükün hizmetine girebilmek için köprüler, silahlar, gemiler, bronz, mermer ve kilden heykeller yapabileceğini anlattığı ancak göndermediği mektubu bütün zamanların en olağanüstü iş başvurusu sayılır.

     Leonardo, 1499’da şehir Fransızlar tarafından alınıncaya kadar 17 yıl boyunca Milano Dükü için çalıştı. Dük için sadece resim ve heykeller yapmak, festivaller organize etmekle uğraşmadı, aynı zamanda bina, makine ve silah tasarımları yaptı. 1485 - 1490 yıllarında doğa, mekanik, geometri, uçan makinelerin yanısıra, kilise, kale ve kanal yapımı gibi mimari yapılar ile ilgilendi, anatomi çalışmaları yaptı, öğrenciler yetiştirdi. İlgi alanı o kadar genişti ki, başladığı çoğu işi bitiremiyordu. 1490 - 1495 yıllarında çalışmalarını ve çizimlerini deftere kaydetme alışkanlığı geliştirdi. Bu çizimler ve defter sayfaları, müzeler ve kişisel koleksiyonlarda toplanmıştır. Bu koleksiyonculardan birisi de Leonardo’nun hidrolik alanındaki çalışmalarının el yazmalarını toplayan Bill Gates’dir.

     1499’da Milano'yu terkeden ve yeni bir koruyucu (hami ) aramaya başlayan Leonardo, 16 yıl boyunca İtalya’da seyahat etti. Pek çok kişi için çalıştı, çoğu eserini yarım bıraktı.

     İnsanlık tarihinin en iyi resimlerinden birisi kabul edilen Mona Lisa için 1503’te çalışmaya başladığı söylenir. Bu resmi tamamladıktan sonra hiç yanından ayırmamış, tüm seyahatlerinde yanında taşımıştı. 1504’te babasının ölüm haberi üzerine Floransa’ya döndü. Miras hakkı için kardeşleri ile mücadele etti ancak çabası sonuçsuz kaldı. Ancak çok sevdiği amcası tüm varlığını ona bıraktı.

     1506 yılında Leonardo, bir Lombardiya aristokratının 15 yaşındaki oğlu olan Kont Francesco Melzi'yle tanıştı. Melzi, hayatının geri kalanında onun en iyi öğrencisi ve en yakını oldu. 1490’da 10 yaşında iken korumasına aldığı ve Salai adını verdiği genç de 30 yıl boyunca onunla beraber olmuş, ancak öğrencisi olarak bilinen bu genç hiçbir sanatsal ürün üretmemişti.

      1513 - 1516 arasında Roma’da yaşadı ve Papa için geliştirilen çeşitli projelerde yer aldı. Anatomi ve fizyoloji alanında çalışmaya devam etti ancak Papa, kadavralar üzerinde çalışmasını yasakladı.

     1516’da koruyucusu Giuliano de' Medici’nin ölümü üzerine Kral 1. Francis’ten Fransa’nın baş ressam, mühendis ve mimarı olmak üzere davet aldı. Paris’in güneybatısında, Amboise yakınlarındaki Kraliyet Sarayı’nın hemen yanında kendisi için hazırlanan konağa yerleşti. Leonardo'ya büyük hayranlık duyan kral, sık sık ziyarete gelir ve sohbet ederdi.

     Sağ koluna felç inen Leonardo da Vinci, resimden çok bilimsel çalışmalara ağırlık verdi. Kendisine dostu Melzi yardımcı olmaktaydı. Salai ise Fransa’ya geldikten sonra onu terketmişti.

     Leonardo 2 Mayıs 1519’da Amboise’daki evinde 67 yaşında öldü. Kralın kollarında can verdiği rivayet edilir, ancak, 1 Mayıs günü kralın bir başka şehirde olduğu ve bir gün içinde oraya gelemeyeceği bilinmektedir. Vasiyetinde mirasının esas bölümünü Melzi’ye bıraktı. Amboise'daki Saint Florentin Kilisesi’nde toprağa verildi.

SÖZEL BÖLÜMDE HANGİ MESLEKLER VARDIR?



Anaokulu Öğretmenliği

Arkeoloji Arkeoloji ve Sanat Tarihi

Azerbaycan Türkçesi ve Edebiyatı

Basın ve Yayın

Coğrafya

Coğrafya Öğretmenliği

Gazetecilik

Görme Engelliler Öğretmenliği

Halkbilim

Halkla İlişkiler

Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

Halkla İlişkiler ve Tanıtım

Hititoloji

İletişim

İletişim Sanatları

İletişim Tasarımı

İşitme Engelliler Öğretmenliği

Medya ve İletişim

Medya ve İletişim Sistemleri

Radyo, Sinema ve Televizyon

Reklam Tasarımı ve İletişimi

Reklamcılık ve Halkla İlişkiler

Sanat Tarihi

Sinema

Sinema ve Televizyon

Sosyal Bilgiler Öğretmenliği

Sümeroloji

Tarih

Tarih Öğretmenliği

Televizyon Gazeteciliği

Türk Dili ve Edebiyatı

Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği

Türk Halkbilimi

Türkçe Öğretmenliği

Zihin Engelliler Öğretmenliği

bu bölümler tercih edilebilir sözel grubunda. en iyi alan sizin becerinize ve olmak istediğiniz bölüme göre değişir. iş imkanlarını düşünmek ve yaratmak sizin elinizde...

YASAMA YÜRÜTME YARGI NEDİR?








Yasama 1982 Anayasasının 87’nci maddesinde sayılan yetkilerdir şeklinde tanımlayabiliriz. Kapsamı.- Bu maddeye göre “yasama yetkisi”nin kapsamında şu yetkilerin bulunduğu söylenebilir:

1. Kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak.

2. Bakanlar Kurulu ve bakanları denetlemek.

3. Bakanlar Kuruluna belli konularda kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermek.

4. Bütçe ve kesin hesap kanun tasarılarını görüşmek ve kabul etmek.

5. Para basılmasına karar vermek.

6. Savaş ilânına karar vermek.

7. Milletlerarası andlaşmaların onaylanmasını uygun bulmak.

8. Anayasanın 14’üncü maddesindeki fiillerden dolayı hüküm giyenler hariç olmak üzere, genel ve özel af ilânına karar vermek.

9. Mahkemelerce verilip kesinleşen ölüm cezalarının yerine getirilmesine karar vermek.

10. Anayasanın diğer maddelerinde öngörülen yetkileri kullanmak ve görevleri yerine getirmek.kaynak

Yargı yürütmeyi denetleyen ve vatandaşların yasal haklarını kanun önünde koruması için çalışan erktir. Hukuksal olarak; Yasalara göre mahkemece bir olay veya olgunun doğuşuna etken olan sebeplerin de göz önünde bulundurularak değerlendirilmesi sonucu verilen karardır. Diğer bir ifadeyle; Kavrama, karşılaştırma, değerlendirme vb. yollara başvurularak kişi, durum veya nesnelerin eleştirici bir biçimde değerlendirilmesi.Yani hükümdür.kaynak

Yürütme, yargı ve yasama ile birlikte, güçlerin ayrılığı ilkesine dayanan demokrasi rejimlerindeki üç erkten (güç) biridir.Yürütme, yargıya ve yasalara bağlı olarak ülkenin ve hükümetin icraatını gerçekleştiren erktir.kaynak

15 Mart 2013 Cuma

BİR İNSANIN KAFASINDA KAÇ TEL SAÇ VARDIR?

                            

Saç sayısı : 1000.000 - 150.000

Saç yoğunluğu : 200 / cm

Çapı : 0,1 mm

Her bir saç telinin aylık uzama miktarı : 1 cm

Bir günde toplam saç uzaması : 20 - 30 cm

Günde kaybedilen toplam saç sayısı : 50 -100

CUMHURİYET İLE PADİŞAHLIK ARASINDAKİ FARKLAR NELERDİR?



     Cumhuriyet haklın kendi kendisini yönettiği yönetim şeklidir. Cumhuriyet yönetiminde millet egemenliğni kendi elinde tutar ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığı ile kullanır. Padişahlıkta ise siyasi otorite aynı ailede miras yolu ile geçer ve ülke tek kişi tarafından yönetilir.

ATATÜRK'ÜN YAPTIĞI BİLİMSEL ARAŞTIRMALAR NELERDİR?

ATATÜRK VE BİLİM

Ord. Prof. Aydın SAYILI

Atatürk bilimin insan yaşamındaki önemli yerini Özgürlük Savaşımızın sona ermesi sıralarından başlayarak hemen her vesile ile tekrarlamış, vurgulamıştır. 22 Ekim 1922’de Bursa’da yaptığı bir konuşmada, Atatürk, Türkçe'si biraz sadeleştirilmiş şekliyle şöyle demiştir :

Yurdumuzun en bayındır, en gözalıcı, en güzel yerlerini üç buçuk yıl kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı mağlup eden zaferin sırrı nedir? Orduların sevk ve idaresinde bilim ve fen ilkelerinin kılavuz edinilmesindedir. Milletimizin siyasi ve içtimai hayatı ile ulusumuzun düşünümsel eğitiminde de yol göstericimiz bilim ve fen olacaktır. Türk milleti, Türk sanatı, Türk ekonomisi, Türk şiiri ile edebiyatı okul sayesinde ve okulun vereceği bilim ve fen sayesinde bütün olağanüstü incelikleri ve güzellikleriyle oluşup gelişecektir.

Aynı yılın 27 Ekim günü de, yine Bursa’da, Atatürk şunları söylüyor :

Hiçbir mantıki kanıta dayanmaksızın birtakım geleneklere ve inançlara bağlı kalmakta ısrar eden milletlerin gelişmesi çok güç olur ve belki de hiç gerçekleşmez. Gelişim yolunda bağları koparamayan ve engelleri aşamayan uluslar akla uygun düşen ve gereksemelere ayak uydurabilen bir zihniyetle hayata bakamazlar. Bunlar engin hayat felsefelerine sahip başka milletlerin egemenliği altına girip onların tutsağı olmaktan kurtulamazlar. 

30 Ağustos 1924 günü Atatürk Dumlupınar’da yaptığı konuşmada da şöyle diyor :

Yaşamanın şartı uygarlık yolunda yürümek ve başarıya ulaşmaktır. Bu yol üzerinde ilerlemeyi değil de geriye bağlılığı benimseyenler, böyle bir bilgisizlik ve gaflette bulunanlar, evrensel uygarlığın coşup gelen seli altında bir gün boğulmaya mahkumdurlar.

Yine aynı konuşmasında Atatürk şunları söylüyor :

Uygarlığın yeni buluşlarının ve fennin harikalarının cihanı değişmeden değişmeye sürükleyip durduğu bir devirde yüzyılların eskittiği köhne zihniyetlerle, geçmişe kölecesine bağlılıkla varlığımızı sürdürmemiz mümkün değildir.

Atatürk’ün “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” kısaltılmış şekliyle yaygınca bilinen sözünün tam metni ise aynen şöyledir : 

Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, muvaffakiyet için, en hakiki mürşit ilimdir, fendir; ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir. Yalnız, ilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının tekamülünü idrak etmek ve terakkiyatını zamanında takip eylemek şarttır.

Bilindiği üzere “ilim” sözcüğünün anlamı, mana kapsamı, gayet geniştir. Hatta aslı Arapça olan bu sözcüğün, Osmanlıca’daki kullanışıyla, günümüzde artık yaygınlaşmış olan bilim sözcüğünden daha geniş anlamlı olduğunu söyleyebiliriz. Fen, ise temel bilimler, yani matematik, astronomi, fizik, kimya, ve tabiî bilimler anlamına gelir. Liselerimize ilişkin olarak “fen kolu” ve üniversitelerimize ilişkin olarak “fen fakültesi” terimlerimiz bunu açıkça gösteriyor. Demek ki kılavuzluğunda yürünmesini Atatürk’ün öğütlediği bilim şümullü ve geniş kapsamlı bir bilimdir. Topluma ve insana ilişkin her türlü dizgeli bilgi ve bilimsel çalışmayı içermek durumundadır. Fakat, ayrıca, bilimler arasında temel bilimlere, matematiğe ve doğaya ilişkin bilimlere, burada özellikle işaret edilmektedir.

Bilimin insan yaşamındaki en gerçek yol gösterici olduğuna dikkatimizi çektiğine göre, demek ki Atatürk bilimden başka gerçek yol göstericilerimizin de bulunduğunu kabul etmiş olmaktadır. Oysa, bu cümlesinin hemen arkasından, bilim ile fennin dışında mürşit aramanın, bunları dışta bırakan kılavuzlar peşinde yürümenin, dünyadan habersizlik, bilgisizlik, ve sapıklık demek olacağını vurgulayarak ifade etmektedir.

Demek oluyor ki, Atatürk, burada bilim dışında kılavuzlarımız olsa da, bunların bilimle bağdaşabilen, bilim anlayışına ters düşmeyen, yol göstericiler olmaları gerektiğine kesin bir dille işaret etmek ihtiyacını duymuştur. Başka bir ifade ile, Atatürk, en başta kesinlikle bilim gelmek şartıyla, diğer birtakım gerçek kılavuzlarımızın da bulunduğunu, fakat bunların bilim yöntem ve kurallarından pay alabilen ve bilim kadar olmasa da, yine de az çok dizgilileşmiş, özgünleşmiş durumda bulunan bilgi ve gözlemlerimiz olduğuna, yahut da bunların, örneğin aklımız ve tecrübelerimiz gibi, bilimi oluşturan temel öğeler arasında yer almaları gerektiğine isabetle parmak basmış oluyor.

İcraât, eylem, daima bir karara ulaşmayı gerektirir. Toplumun çeşitli sorunlarına ilişkin olarak, yönetici ve işadamının, ister istemez, belli evrelerde ve zaman zaman, yeterli bilgiye sahip olmaksızın da kendine bir davranış yolu, eylem doğrultusu belirlemesi, yeğlemesi gerekir. Bu nedenle, bilimin ancak zayıf ışıklarından pay alabilen çeşitli alanlarda ve konularda aklımızdan, sağduyumuzdan ve kamu anlayışının bize göstereceği yollardan yararlanmak zorunluluğu vardır. Ancak, bunlar, bilimsel sınamalarla değerlendirilebilecek mahiyette veya nitelikte olmadıkları zaman bile, ayrıntı bilgisinden ve bilimsel düşence ve zihniyet örneklerinden esinlendikleri ya da bunların yardımına dayandıkları oranda, bize daha faydalı olabilirler. Demek ki aslında, başka gerçek kılavuzlarımızda bulunmasına rağmen, yine de bilim tek gerçek kılavuzumuz, en gerçek yol göstericimiz olmuş oluyor.

Büyük Atatürk Türk ulusu için gerek maddesel ve gerekse dinsel, yani manevi alanlarda bağımsızlık, seçkinlik ve üstünlük sağlamak ve Türk milletini yüceltmek yolunda çeşitli doğrultularda çaplı bir takım süreçleri harekete getirmiş, hepimizin iyi bildiğimiz kalburüstü devrimlerini gerçekleştirmek için azimli girişimlerde bulunmuştur. Atatürk bu devrim ve reformlarında hep aklın kılavuzluğu altında ve geçmişte ki uzun tecrübelere, tarihsel yaşantılarımıza dayanan sağlam bilgi ışığında yürünmesi temel ilkesini her zaman için etkin ölçüde başatlı tutmaya özen göstermiştir.

Bir yandan da, ulu önderimiz, temelsiz ve bâtıl düşünce ve inançlarla, muska, efsun ve üfürükçülük gibi ilkel ve çağdışı davranış ve uygulamalarla dizgeli ve yoğun bir mücadeleye girişmiş, ayrıca, üniversite inkılâbı ya da reformu ile yüksek öğretim kurumlarımızda bilimsel araştırmayı canlı bir süreç durumuna yükseltme tutumunun benimsenip edimselleşmesine doğru yakın tarihimizdeki en etkili adımın atılmasında önayak olmuş, böylece de yurdumuzda bilimin ve bilim zihniyetinin zafer yollarını açmıştır.

Yukarıda aktarılan sözlerinin, kendisinden yapılan alıntıların, hepsinde Atatürk’ün bilim ile uygarlık arasında yakın ilişki kurduğuna ve her ikisini de dinamik yönleriyle vurgulamaya özen gösterdiğine tanıklık ediliyor. Batılılaşma teşebbüsümüzde en büyük güçlüğü doğuran bir sorun, örnek alınmış olan Batının büyük devingenliği, kendi kendini geride bırakma vasfı idi. Atatürk uygarlığın temeline bilimi koymakta ve Batı uygarlığının dinamizmini, esas itibariyle bilimden ve bilimin sınırsız gelişme yeteneğinden aldığına inanmaktadır. 


Ayrıca megabilim.com sitesinde konu ile ilgili bir döküman bulunmakta:

Atatürk'ün Bilim ve Teknik Anlayışı 

Azgelişmiş ülkeleri niteleyen temel göstergelerden biri de eğitim eksikliği ve okuma-yazma bilenlerin toplam nüfustaki oranının düşüklüğüdür. Gelişmiş ve kalkınmış ülkelerde bu oranın yükseldiği, hatta yüzde yüze vardığı görülmektedir. Ekonomik kalkınma ile eğitim arasındaki ilişki açık ve kesindir. 

Atatürk'ün eğitime verdiği önem yanında asıl dikkati çeken özellik, eğitimin ekonomik kalkınmaya olan olumlu ve vazgeçilmez etkisini ısrarla belirtmesidir.
Altyapı ve eğitimin ekonomik kalkınmadaki temel rolleri için halkın da özlem ve isteğini katarak şöyle der: "Halk ve köylüler, beni her yerde şu iki sözle uyardılar: Yol ve okul." (1924) 

Kendi yüksek kişiliğinin uyandıracağı etkiyi düşünerek, çevresindekilere, eğitime verdiği önemi göstermek için, kişisel bir özlem biçiminde zaman zaman şunları söyler: "Eğer Cumhurbaşkanı olmasam, Milli Eğitim Bakanlığını almak isterdim." 
Okuma-yazma oranının düşük olması, Atatürk'ün gözünde ayıptır, utanç vericidir: "Düşününüz ki, bu ulusun, bu sosyal topluluğun yüzde onu, yirmisi, okuma-yazma bilir, yüzde sekseni, doksanı bilmezse, bu ayıptır. Bundan insan olarak utanmak gerekir." 

Ulusun geri kalmışlığını yaratan nedenler arasında eğitim en önemlilerinden biridir: "Şimdiye dek izlenen eğitim ve öğretim yöntemlerinin ulusumuzun gerileme tarihinde en önemli bir neden olduğu kanısındayım." 

Eğitimden beklenen nedir?. "Eğitimdir ki bir ulusu ya özgür, bağımsız, onurlu, yüksek bir topluluk biçiminde yaşatır ya da bir ulusu tutsaklık ve yoksulluğa götürür." Çünkü: "Eğitimde hızla yüksek bir düzeye çıkacak bir ulusun yaşam savaşımında maddi ve manevi bütün güçlerinin artacağı kesindir." (1928)

Ulusun kalkınmasında bu denli önem taşıyan eğitimin temel nitelikleri nasıl olmalıdır?. "Eğitim işlerinde kesinlikle zafere ulaşmak gerekir. Bir ulusun gerçek kurtuluşu ancak bu yolla olur. Bu zaferin sağlanması için hepimizin tek can ve tek düşünce olarak özlü bir program üzerinde çalışması gerekir. Bence bu programın özlü noktaları ikidir: 1-Sosyal hayatımızın gereksinmesine uygun olması; 2-Yüzyılın gereklerine uyması." (1922) 

Yaşamının sonlarına dek bu görüşünü sürdürür: "Büyük davamız, en uygar ve en gönençli ulus olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde de temelli bir devrim yapmış olan büyük Türk ulusunun dinamik idealidir. Bu ideali en kısa zamanda başarmak, düşünce ve atılımı beraber yürütmek zorundayız. Bu girişimde başarı, ancak süreli bir planla ve en akılcı çalışmakla mümkün olur. Bu nedenle, okuma yazma bilmeyen tek vatandaş bırakmamak, ülkenin büyük kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanları yetiştirmek, ülke davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, kuşaktan kuşağa yaşatacak kişi ve kurumları yaratmak; işte bu önemli ilkeleri en kısa zamanda sağlamak; Eğitim Bakanlığının üzerine aldığı büyük ve ağır zorunluluklardır." (1937) 

Bu ilkelerin daima canlı tutulmasını isteyen ve bunun, üniversitelerin ve yüksek okulların başlıca görevleri olduğunu belirten Atatürk, yukarıda belirtilen ve iki ana temel noktaya dayandırdığı eğitimin yöntem ve içeriğini da açıklar: "Bir yandan bilgisizliği ortadan kaldırmaya uğraşırken bir yandan da ülke çocuğunu toplumsal ve iktisadi yaşamda eylemli biçimde etkili ve verimli kılabilmek için zorunlu olan ilk bilgileri uygulamalı bir biçimde vermek yolu, eğitimimizin temelini oluşturmalıdır. Orta öğretimde de eğitim ve öğretim yolunun çalışmalı ve uygulamalı olması kesin bir koşuldur. Kadınlarımızın da benzer öğretim derecesinden geçerek yetişmelerine önem verilecektir." (1922) 

Eğitimin uygulamalı olması ve eğitim gören kız ve erkeklerin beceri sahibi kılınması daima ön plandadır: "Erkek ve kız çocuklarımızın aynı biçimde bütün öğretim derecelerindeki eğitim ve öğretimlerinin çalışmalı olması önemlidir. Ülke evladı, her öğretim derecesinde ekonomik hayatta etken, etkili ve başarılı olacak biçimde donatılmalıdır." (1924) 

Bilindiği gibi, hızlı bir ekonomik gelişme ve kalkınmanın gerçekleşmesiyle özellikle orta öğretim yapısında mesleki ve teknik eğitimin ağır basması arasında çok sıkı bir bağıntı vardır. Yukarıdaki sözlerde, bu sıkı bağıntının ısrarla vurgulanması, gerçekten ilginçtir. 

Öğrenci, tek başına bir anlam taşımaz. Öğrencinin yetiştirilmesi için öğreticiye gereksinme vardır. Öğrenci-öğretici bir bütünün unsurlarıdır. Öğretmenliğin, "ilerlemeye ve herhalde gönenç sağlanmasına uygun bir meslek haline" konulmasını isteyen Atatürk'ün vardığı yargı önemli boyutlara ulaşmaktadır: "Ulusları kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden yoksun bir ulus, henüz ulus adını almak yeteneğini kazanmamıştır." 

Ekonomik gelişme ve kalkınma düzeyi ülkenin sahip olduğu ve kullanabildiği bilimsel teknik gelişme ile ilgilidir. Teknik gelişmelerin kaynağı bilimsel gelişmelerdir. Bu nedenle, belirli bir düzeye ulaşan bilimsel gelişme, hangi ülkede olursa olsun, daima aynı sonucu vermekte, aynı teknik buluşu çıkartmaktadır. Teknik buluşlar, kesinlikle rastlantıya bağlı değildir. Birbirlerine yakın veya eşit bilimsel düzeye varan ülkelerin, aynı zamanda aynı buluşu gerçekleştirmeleri olayı, oldukça sık görülen bir durumdur. 

Bilimsel gelişmenin teknik gelişmeyi doğurduktan sonra ekonomik gelişme ve kalkınmanın ortaya çıkabileceği görüşü yaygındır. Ünlü iktisatçılardan Colin Clark ve Jean Fourastie, ekonomik gelişme ve kalkınmada en büyük itici gücün teknik gelişme olduğunu ve ülkelerin hangi düzeyde olduklarının buna göre belirlendiğini, “üç sektör” adı altında ortaya koymuşlardır. Çalışan nüfusun %80’e yaklaşan bölümü tarım kesiminde yer alan, diğer sanayi ve hizmet kesimlerinin %10’luk paylarını barındıran bir ülke, tipik azgelişmiş bir ülkedir. Teknik gelişmenin uygulanmasıyla çalışan nüfus, ilk olarak sanayi kesimine tranfer olmakta ve daha sonra üçüncü sektörde toplanmaktadır. Bu doğrultudaki gelişmelerle, gelecek yüzyılların ulusal ekonomilerinde, çalışan nüfusun %80’i üçüncü sektörde yer alacaktır. Günümüz ülkelerini, böylece sektörlerin barındırdıkları çalışan nüfus oranlarına göre azgelişmiş, oldukça gelişmiş ve ileri gelişmiş ekonomiler olarak sınıflayabiliriz. 

Bilim ve tekniğin önemli etkisini, ekonomik sistemlerin yapılarında da bulabiliriz. Uygulama alanında her iki sistemin ortak noktalarını belirlemek mümkünse de, teorik planda iki büyük sistemin ortak nokta olarak bağdaştırılmasına, yalnız bir istisna dışında, olanak yoktur. İleri bir teknik ve makineleşmeyi kullanmak, her iki sistemin benimsediği ve teorik planda kendini gösteren tek ortak noktadır. 
Bütün bu anımsatmalar, bilim ve tekniğin ülke kalkınmasındaki belirleyici rolünü ortaya koyarken, aynı zamanda evrensel niteliğini de açıklar. 

Atatürk'te temel kural ve amaç, çağdaş olmaktır. Bunun da yolu bilim ve teknikten geçer: "Dünyada herşey için, uygarlık için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, tekniktir." 
Üçbuçuk yıl süren bağımsızlık savaşından sonra, artık hep bu alanlarda çalışmayı, kafaları hep bunlara yormayı önerir: "Üçbuçuk yıl süren bu mücadeleden sonra bilim bakımından, eğitim bakımından mücadelelerimize devam edeceğiz. Fabrikacı olacağız, sanatçı olacağız. Bundan sonra anlayışımızı hep buna bütünüyle verelim." (1922) 

"Ulusumuzun siyasal, sosyal hayatında, ulusumuzun düşünce eğitiminde yol göstericimiz bilim ve teknik olacaktır. Gözlerimizi kapayıp tek başımıza yaşadığımızı varsayamayız. Ülkemizi bir çember içine alıp dünya ile ilgisiz yaşayamayız. Bilim ve teknik nerede ise oradan alacağız ve herkesin kafasına koyacağız. Bilim ve teknik için kayıt ve şart yoktur." (1922)

Celal Bayar, kurduğu ilk hükümet programında Atatürk'ün "ekonomik işlerde parolasının en ileri teknikle ve en verimli şekilde çalışma" olduğunu özenle belirtir. Bu konuda kesin kararlıdır: "Ulus, bugünkü uygar ulusların yaşam düzeyi ve araçlarını, içerik ve biçim açısından, olduğu gibi kabul etmeye kesin olarak karar vermiştir." (1925) 

Hangi uluslar uygardır?. Doğu mu?, Batı mı? 

"Doğunun uygarlık anlayışı, maddi, manevi dünya olaylarını din görüşüyle değerlendiriyordu. Bu uygarlık kavramı yaşadıkça, kalkınma ve refah sağlanamazdı." 

Uluslar ayrı olmasına karşın, uygarlık dünyası birdir. Bu dünyaya katılmak, bu uygarlık alanında yaşamak gerekir. Öyleyse: "Uygarlığa girmeyi arzulayıp Batı'ya yönelmemiş bir ulus gösterilemez." 

Bütün bu sözlerde, iki büyük özelliği saptamak olanaklıdır: Birincisi, çağdaş olmak, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmaktır. Devrin uygarlık dünyası batıdır. Ancak, burada bir noktanın aydınlanması gerekir. Atatürk, batıcı değildi. Amaçladığı çağdaş uygarlıktı. Batıyı uygar dünya olarak benimsemesi nedeniyle kimi kişilerin kendisini batıcı olarak yorumlası, bu önemli özelliğin gözden kaçmasının bir sonucudur. 

İkinci özellik ise, "uygar ulusların yaşam düzeyi ve araçlarını, içerik ve biçim açısından olduğu gibi kabul etmeye" kesin kararlı olduğunu söylerken, gerçekleştireceği çeşitli devrimlerin ilk belirtilerini de vermiş olmasıdır. 

Atatürk'ün çalışma yöntemi yakından incelendiğinde, uzun bir ön çalışmadan sonra sorunun olgunlaştırıldığı ve son aşamada da radikal niteliği ağır basan bir çözüm yoluna varıldığı görülmektedir. 

Atatürk'ün en belirgin niteliklerinden biri, belki de birincisi gerçekçiliğidir. Yalnız bu gerçekçiliği, sadece belirli bir durumun olanakları ve koşulları için geçerli değildir. Zaman unsurunu da devreye sokmakta, zaman dilimlerine yayılarak davranış ve tutumunu yönlendirmektedir. Bu bakımdan, Atatürk'ü, temelinde gerçekçilik yatan fakat kapsamı daha geniş olan bir "zamanlama ustası" olarak nitelemek, tam anlamıyla yerine oturmuş bir saptama sayılabilir. 

Bu konuda, yıllar sonra Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde verdiği konferansta İsmet İnönü çok net deyişlerle şöyle konuşur (1960): "Atatürk'ün ekonomik alanda devrim yolu ile hiçbir zorlamada bulunmadığını açıkça ilan etmek isterim. Bu zorlama yapmamak, rastlantı değil, özenin sonucudur. Atatürk'ün hemen gerçekleştirilecek işlerle, gelişmesi zamana bırakılacak işler arasında uyumlu bir ayırma yapabilmesinin sonucudur." 

Atatürk'ün kişiliğini oluşturan bu belirgin nitelik, gerçekçiliğidir. Bütün yaşamı boyunca, hiçbir zaman sürprize oynamamıştır. Üniversite reformunda da böyle olmuş çalışma yöntemi ve kişiliğini oluşturan temel niteliği, bütünüyle sergilenmiştir. Üniversite kanununun ani gibi gözüken bir gece de çıkması, aslında uzun ön çalışmaların sonucudur. Bir acelecilik ve yüzeysellik yoktur. Şöyle ki; 

-1924 yılında Muallimler Kurultayı'nın toplanması, tüm eğitim ve öğretime verilecek ağırlıklı önemin ilk belirtisidir. 

-1923 yılının Şubat ayında İzmir'de toplanan Türkiye İktisat Kongresinin aldığı kararlar içinde bulunan dışarıya öğrenci gönderilmesi, uygulanmaya konmuştur. 

-Dışarıdan öğretim üyesi getirilmiş ve üniversite konusunda inceleme ve araştırmalar yaptırılmıştır. 

-İstanbul Edebiyat Fakültesinin "fahri profesörlük" tercihine yazdığı teşekkür mektubunda, Atatürk, "Darülfünün Edebiyat Medresesi" adını taşımasına rağmen "fakülte" deyimini anlamlı biçimde iki defa kullanmıştır. 

-Ve yine çok anlamlı olarak, o yılkı bütçeye, "Darülfünun" için şartlı ödenek konmuştur. 

Üniversite reformu, böylece geçmiş tecrübelerin, çağdaş eğilimlerin ve gerçekçilikten kaynaklanan geniş kapsamlı bilim anlayışının bir sentezi olarak yapılmış ve bir gecede uygulanmasına geçilmiştir. 

Kaynak : 

Ülken, Y., "Atatürk'te Eğitim-Bilim ve Teknik Anlayışı", Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Sayfa :203-208, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1995. 
Çayci, A., "Atatürk, Bilim ve Üniversite", Sayfa :18-19, Anahtar, Milli Prodüktivite Merkezi Aylik Yayin Organi, Kasim 2001, Yil:13, Sayi:155, Ankara 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...